Hilmi Yavuz Şiirleri, Hilmi Yavuz Eserleri
Annem Ve Akşam
bir kapı açıldı, ansızın, baktık:
akşam!.. kimse benzemez oldu kendine;
kimbilir ne kadar hüzünlü artık,
bir odadan ötekine geçmek bile…
sen neysen o kadarsın, ey akşam!
annem içini çekiyor kimi ansa;
ürkü!.. biri ansızın bir gül koparsa;
şimdi uzak olandır neye ulaşsam…
ah, akşamdan bile ürküyor çocuk;
her yer alacakaranlık gurbet;
soldu annem, solarken goblen ve tülbent;
ve akşamın ucuna doğru yolculuk…
bir türkü söylendi, neyin tadı var?
akşam bile bitti, kalmadı çünkü…
çekildik, bir başına kaldı o türkü;
kapılar arkamızdan kapanmadılar.
Hilmi Yavuz
Aynalar Ve Zaman
erguvanlar geçip gittiler bahçelerden
geriye sadece erguvanlar kaldı
şair! bahçelere özenecek ne vardı?
işte tenhâ her yanımız, hep tenhâ
ne aradık sözcüklerin kuytularında
ne bulduk soldukça çoğalan dilimizde?
Zaman’ın sırı hala duruyor olmalı ki üzerimizde
biz bakınca görünen aynalardı
nasıl var olduysanız öyle kayboldulardı
bir yazın tiniyle bir güzün bedeni
hem birleşti hem de ayrıldı sizde
şair! gördünüz kimbilir kaç aşkın battığını
o derin sulara kapılmış şiirlerinizde…
nedeni, ne kayalar ne fırtınalardı:
kuytulardı, geçip gittiler sözlerimizden
geriye sadece kuytular kaldı
Bedreddin
mübalağa akşam olur
güz, nefti dolaklarını kuşanır da gelir
yaprağın fetrete düştüğü zaman
sen ey yaz günlerini
top top ak çuhaya tebdil eyleyip
ve bir solgun gülümseme olarak
eğnine giyen şaman
buyur otur
şeyhim
samanyollarının ilik sedirine uzan
uzun, görklü ve sof
yüzünü bizden yana döndür
bize buğdayın ateşini
gözlerin tımarını
ve hüznün varidatını anlat
elini elimize dokundurmadan
sen ki öldüğü yere
bir kök sümbül bırakır gibi
usulca sevdalar bırakan
ovaların ve kartalların musahibi
ne zaman diye sorma, ne zaman
yaprağın fetreti gülün kıyamına
gülün kıyamı ağacın isyanına
dönerse iste o zaman
mübalağa akşam olur
güz, nefti dolaklarını çıkarır da gelir
elini elimize dokundurmadan
Hilmi Yavuz Şiirleri
Börklüce Mustafa
biz ki sevdamızı, alaca
kıl bir heybe gibi sunduk
aba terlikle denizi yürüyenlere
şavkımız dağlara vurunca
börklüce Mustafa, yonca
ve hançerlerin piri
ölümü masmavi bir hamail
gibi boynunda taşıyıp
gözleriyle bir acıya kalebent
olmanın korkunç şiiri
dövülüp tavını bulunca
seriz çarşısına, ince
kıvrık ve celali
bir ay ışığı gibi girmek
ve sesiyle şayağa ve tunca
sancağı buğdaysı, türküsü ebruli
bir isyan diye işlenmek
ve devrilmek, birbiri ardınca
biz ki sevdamızı, alaca
kıl bir heybe gibi sunduk
aba terlikle denizi yürüyenlere
gölgemiz dağlara vurunca
Çökmüş Bir Kent İçin Sonnet
bir aynayla beni bağladı bana… pis
bir kitap çöküntüsü: o, ben’im! kuğularla garanik
-i ulyá!.. sürüngen giysileriyle iblis;
alan da o’ydu, satan da… şeytanca alışveriş!
bir leşi bir leş tirirken yırtk, yarım;
satan o giysileri benden önce de giymiş…
ben aynayla kopmuşken bana nasıl bakarım?
terelelli terelella, tevellâ ve teberrâ
kent leşti ve ben ona bir koku gibi süründüm;
artık aşklar taşır beni, ben onlara kadavra
olsam da terelelli… mecnun’dum, leyla’ya büründüm…
bir kent kendi üstüne çökerken de kış;
aşklar yararken aşkları, sözlerde bir yırtılış…
Doğu 1310
işte Solhan ve işte kocaman
dağlarıyla kalaba
ve gülleriyle hısım
olduğumuz Palu
gözleri korkunç bir deprem
hem aslı, hem kerem
gibi yanan suvar:
İbrahim talu
işte akşam ve işte Çapakçur
ve Çapakçur’da akşam
bir divanıharp gibi kurulur
ağır giden bulut müfrezeleri
hem bulanık hem firari
yağmur
ve bir vur emri gibi ansızın
bir akar suya doğrulur
Hınıs’tan kopan süvari:
İbrahim talu
işte can eseren koyu ve kar
kar, palandöken dağlarında
bir isyan bastırır gibidir
işte hörmek köyleri çevrilmiş
duvar
bir kurt yüzüdür, ince
sivrilmiş
cibren ovası
sanki mevzi almış
gibi kar
hem başıbozuk, hem seferi
hörmek;ten inmiş iniş
ölümü savuran süvari:
İbrahim talu
II
Bingöl dağlarının eteklerinde
kuytu meşeler vardır
o kuytu meşeler ki
germiş kartala kanat
ya da bir avcı kolu
olup tek sıra
ve sanki tütüne ve bakıra
bir küf gibi musallat
hamiye alayları
işte Dicle işte Fırat
ve acı su boyları
sanki yazdan kapanmış
sarp ve heybetli
dağ yolu
yanında üç ince patika
üç küçük oğlu
ve sanki süvari değil de
ilk kez eyer vurulmuş
bir kısrak gibi tedirgin
İbrahim talu
kış kararlı, ova dingin
İbrahim talu, sağır
bir acıya dökülen tunç
ve giderek daha belirgin
korkunç
bir kızıl çadır olup
savrulan yalım
işte hoyrat ve zalim
ağır
bir yangın
bin üçyüz ondu ve sen
İbrahim talu
ağıtlardan bir kış
solgun ve mücerret
ölümü sürmeli bir tüfek
gibi omzuna asmış
o sürmeli tüfek ki
tetiği kartal
namlusu aşiret
kabzası yanmış
Hilmi Yavuzun Eserleri
Doğunun Bebeleri
değildir; say ki onlara cefa
ince yaralı bir gömlek
ve ninniler en çok akşamları zor
say ki onlar ağlarken lor
say ki gülerken çökelek
doğunun bebeleri taş bebek
değildir; yaşmaklı Siirt’i
kınalı Van’ı
sılayla gerdeğe girercesine
geçip gurbetin çobanı
ölüm, güz üşüşür yüzlerine
ay, gecenin şark çıbanı
doğunun bebeleri taş bebek
değildir; acıyı trahom,
gündüzü emek
gülüyse bir gelecek için kullanır
say ki anaları ova, babaları dağ
ve emzikleri tüfek
Doğunun Geçitleri
Çok uzun anlatmak gerekti
ve biz, sadece ima ile geçtik
‘yol verin sevdaya’
gördük ve yol verdik
acıdan kalkıp acıya
varan bir yol gibi
kendini göstere göstere
bir cihannüma ile geçtik
ve kalbimiz bize sahip çıkmadı
dağdır, kızılca kopup
ve done done duştu
döner dağdan sonbahar
hüzne geçit yok, ziganalar
ve kop’tan bu dönüşleri
bir sema ile geçtik
ateştir eski geceler
‘tut ve yan, tut ve yan
kul ol, gülümüzden’
sairler aksamdır, ateşgedeler
ve biz kendi külümüzden
bir Huda ile geçtik
bir hayal olmadadır gol simdi
göründü elsele gol ve giz
gördük, bir kuğuya yolcu olduğu
yerde kayboldu nergis
ve biz, öyle ki, bu yolculuğu
bir rüya ile geçtik
çok uzun anlatmak gerekti
ve biz, sadece ima ile geçtik
Doğunun Kadınları
biz batan güne sahip çıktığımızda
ay, Bitlis’te sarı tütün
ya da bir akarsu imgesi
gibi yiğit ve bütün
bir ağıttı
kadınlarımızda
onlar hüznü bir çeyiz
çileyi ince bir nergis
ve gülerken bir dağ silsilesi
taşırlar
ve birer acıdan ibarettiler
kayıtlarımızda
kadınlar ki alınlarımızda
doğuyu mavi bir nokta
ve yazgıları çok uzakta
bir nehir yoluna
karışırlar
ölümleri duvaktan beyaz
ve ahlat, Erciş, adil cevaz
üzerinde geçen bir kederle
yarışırlar
ve birer yazmadan ibarettirler
sevdalarımızda
biz bir yazın ayağında
en küçük bir gurbeti bile
içi titreyerek okuyan
ve bir gülü tersinden dokuyan
umutlarımızda
başlığı kınadan turaç
bebesi doğuştan kıraç
ve bir ninniyle darılıp
bir türküyle barışırlar
ve birer hasretten ibarettirler
mektuplarımızda
Doğunun Son Sözü
bir gece Çölemerik üzerinde
bakır bir bilezik gibi hilali
gördü
ezik çiğdemleriyle Elazığ
acı dağlarıyla Ergani
dersim Pülümür, horasan
İbrahim talu’nun oğlunu gördüler
ve bir keçe kilimi andıran elleriyle
göğü bir beşik gibi sallayan
Fatma’yı Zeynel’in ayali
kimse bizim sevdamızı anlatamadı
ne meç u zil hikayesi
ne de ahdede hani
yaylalar kelepçeydi asi Fırat’a
en büyük mahpushane dağlardı
ve Dicle, Fırat’ın helali
çoktandır akşam denen sanata
alışmış olmanın acısı
kavuşmuş olmanın hayali
ile akardı
köpüğünü kanata
bir gece diyarbekir’den Hozat’a
ayın kızıl bir karpuz gibi
çatladığını gördü
bir heybenin morardığını
ve ölümün bir zerdali
ağacı olup köpürdüğünü
Nazif ergin, müfettiş-i umumi
Muğlalı paşa ve vali
işte doğunun dünü, bugünü
yaşamış olmanın tuzu, ekmeği
ve yarını, acının düğünü
gibi duyursun bizlere
açsın bir yufka gibi umudu
türküleri yeniden yoğursun
közlesin gibi, melali